Ülkenin gündemi “Yeni Barış Süreci”, Kürt meselesinin çözümü, PKK’nın silah bırakması, PKK’nın ateşkes ilan etmesi, Suriye’de Suriye yönetimi tarafından Alevilere yönelik işlenen insanlık suçu işlemesiyle meşgulken tam da bugünü, dünü ve yarını da anlatan Akın Birdal’ın yazdığı “Avludaki Düş-11’inci Koğuştan Portreler” kitabını bitirdim.
Daha çok dağa gidenlerin, Öcalan yakalanırken kendini yakarak protesto eylemi gerçekleştirenlerin, sonrasında yakalanıp Akın Birdal’la aynı koğuşa düşenlerin neden dağa gittiklerini, neden bu eylemleri gerçekleştirdiklerini, devlet tarafından ne tür baskılara maruz kaldıklarını anlatan bir kitaptır “Avludaki Düş…”
Kendim Diyarbakırlı olduğum, 50 yıllık yaşamım ve 25 yıllık gazetecilik mesleğimde ilgilendiğim Kürt meselesinin barışçıl, adil, onurlu ve kardeşlik hukuku temelinde çözülmesi için de mücadele eden biri olarak kitabı okurken yaşadıklarımı, tanıklıklarımı, okuduklarımı bir bir gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçirdim.
1990’larda öncesinde Kanal D Ana Haberi sunan gazeteci Uğur Dündar tarafından hedef gösterilen sonrasında ölümcül saldırıya uğrayan, İHD Genel Başkanlığı ve HDP vekilliği yapan Akın Birdal, Türklerin, Kürtlerin ve bu ülkede yaşayan 84 milyon insanın da ortak vicdanıdır.
Kürtlere yönelik ağır baskıların sonlandırılması için kendi hayatını hiçe sayan namuslu bir Türk aydınıdır.
Kitapta elbette katılmadıklarım, dağa gidenlerin abartılı ifadeleri, söylem ile eylemin hiç uyuşmadığı tespit/iddiaları da vardır ama bu var olan hakikati de ortadan kaldırmaz.
“Çözümsüzlüğün her alanda acıları yaşanıyor. Herkesin acısı kendine denilemez. O acı eğer bir ülkenin demokrasi, barış, adalet ve ekmek acısına dönüşmüşse acı hepimizindir. Bunda herkes sorumludur” diyen Birdal konuşmasında “Kürt halkı” dediği için halk arasında kin ve düşmanlık yarattığı gerekçesiyle ceza alıyor ve Ulucanlar Cezaevine giriyor.
Düşünün bu ülkede Kürt/Kürt halkı demek suç. Eski bakanlardan rahmetli Şerafettin Elçi de “Kürdüm” dediği için ceza almıştı.
100 yıldır Kürtler, Kürt dili, kültürü, tarihi, en temel devredilmez insan olmaktan kaynaklanan hakları dahi yok sayıldı, ret, asimilasyon, inkâr yolu tercih edildi, Kürtlerin en masum hak talebine dahi katliamlarla cevap verildi.
Ama Kürtler, yüz binlerin canına denk düşen kayıplarına rağmen asimilasyon ve baskıcı politikalarına boyun eğmedi. Bununla birlikte ülkede kardeşlik ve birlikte yaşama hukukundan da vazgeçmedi.
Akın Birdal’ın bide meşhur koğuş arkadaşları da var. DEP’li vekiller Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak gibi.
Kitapta Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt:
“Benim fikrim, kanaatim şudur ki; bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” sözü hâlen kimi çevrelerce de geçerlidir.
Düşünün Öcalan’ın Kürtçe metnine hiçbir televizyon tahammül edemedi, yarıda kesti, yetmedi, sosyal, görsel, yazınsal medyada Kürtlere yönelik ağır hakaretler edildi.
En demokrat bildiğim bazı Atatürkçü/ulusalcılar dahi Kürtçe metin karşısında Hitleri bile geçti. Neymiş? Anayasada resmi dil Türkçe yazılıyormuş. Güzel, Anayasa askıya alınırken, kanunlar dahi uygulanmazken, ülke insanı otoriter/baskıcı rejim altında inim inim inlerken aklına Anayasa gelmiyor, gıkın bile çıkmıyor da, iş Kürtçe olunca mı aklına Anayasa geliyor?
İnsaf edin! Rahmetli annem gibi Türkçeyi bilmeyen milyonlarca Kürt yıllardır Türkçeyle yayın yapan televizyonları izlerken neler hissettiklerini hiç düşündünüz mü?
Beş dakikalık dahi bir empati yapıp sempatiye baktınız mı?
Siz beş dakikalık bir Kürtçeye tahammül edemezken Kürtler 100 yıldır sizi izliyor. Bu nasıl bir kardeşlik, bu nasıl bir vicdan ve bu nasıl bir ahlak?
İnsanlar Neden Dağa Çıktı?
Kitapta Kürt gençlerinin neden dağa çıktığıyla ilgili mektuplarına, duygu ve düşüncelerine yer verilmektedir.
Dağa çıkmadan kendilerini dışlanmış, ayrımcılığa uğramış ve yok sayılmış hissettiklerini belirten gençlerle ilgili Birdal şunları sorguluyor:
“Konuştuklarımın hemen hepsi kendi iradeleriyle gönüllü olarak dağa çıktıklarını söylüyorlardı.
Peki, bu insanlar neden dağa çıkmışlar?
İnsanı dağa çıkaran neydi?
Kimdi bu insanlar?
Ne istiyorlar, ne bekliyorlardı?”
26 Eylül’de 1999’da cezaevinde yapılan saldırı sonucu on kişi katledilmişti diye kaydediliyor.
Dağa giden bir PKK’lıların kısaca ifadeleri:
“Okulda yazı tahtasının önüne bir kutu konulmuş ve konuşulan her Kürtçe sözcük başına kutuya beş lira atılıyormuş. Atılmadığında da tahta cetvel ile parmak uçlarına vuruluyormuş.
12 Eylül ile bu durum doruğa çıktı. Bu sürecin belleğimde kalan en çarpıcı manzaraları köy meydanında köylülerimize yapılan işkenceler, genç diye bildiğim herkesin tutuklanması, bunlardan bazılarının cesetlerinin köye getirilişi…
Bir de insanların sürekli olarak kitap, kaset gibi şeyleri saklama telaşı. İlkokulun penceresinden işkence yapıldığını anladığımızda hepimizin ağlaması, ağlayarak zorla izlettirilen kadınlardan birkaçı müdahale etmeye kalkınca onları döverek yerlerine gönderiyorlardı.
Savaştığın gücün eliyle ölmektense, kendini öldürmek, her savaşanda olduğu gibi, bizim de tercihimizdi.”
Bir PKK’lı:
“Çocukluğum Dersim Katliamı anılarının küllenmeye başladığı ama yine de unutulmadığı ortamda geçti. Çoğu bana masal gibi gelen katliam anıları, ben hiç fark etmeden benliğimin derinliklerinde yerini almış ve kişilik şekillenmeme önemli bir etkide bulunmuş.
Korucu ve askerler köyümüzü bastı, herkesi köy meydanına topladılar. Kadınları ve erkekleri birbirlerinden ayırdılar. Bağırıyor, çağırıyor, küfür ediyorlardı. Askerler kadınlara, genç kızlara bakıp duruyorlardı.
Askerin biri konuşunca bir çocuk anasının kucağında ağladı. Çocuğun ağlamasına sinirlenen asker, anasının kucağındaki çocuğu vurmak istedi. Anası çocuğu korudu. Vermedi çocuğunu askere. Bunun üzerine asker ve korucular kadının üzerine çullanıp önce yerde çocuğuyla birlikte tepelediler.
Ardından da elbiselerini parçalayıp çıplak bıraktılar. Kimse dayanamadı bu manzaraya. Ağlayanlar, hawar edenler, ortalık birbirine karışmıştı. Birden evlerden dumanların yükseldiğini gördük.”
Başka PKK’lı:
“Yani silah, illaki de tercih edilen bir yöntemden ziyade, zorunluluğun bir gereğiydi. Zorunlu olmazsa kullanılmazdı.”
Kitapta dikkat çeken bir başka nokta da hemen hemen tüm PKK militanlarının “demokratik cumhuriyeti” isteyip savunmalarıdır.
Suriye Kürtleri…
Bir PKK’lının Suriye Kürtleriyle ilgili tespitleri kayda değerdir. –Ki zaten bugün Suriye’de Kürtler katlediliyor, İran’da barbarca idam ediliyor, Irak’ta Halepçe gibi katliamlarla muhatap oluyor, Türkiye’de ise Roboski ve daha nice katliamlarla muhatap olduğu gibi…
PKK militanı diyor ki:
“Suriye’de küçük bir azınlık dışında Kürtler vatandaş değildir. Onlara “Ecnebi” denilir ve bunu belgeleyen bir kimlik verilir. Bu sınıfa girenler askerlik yapmaz. Devlet okullarına gitme hakkı yoktur.
Kendilerinin finanse ettiği okullarda okurlar. Devletin her ay verdiği gıda ve malzeme yardımından faydalanmazlar. Seçme ve seçilme hakları da yoktur. Yani kendi topraklarında mülteci bile değiller. En ağır işlerde de çalışırlar” diyor ve devam ediyor.
Türkiye’yi kastederek:
“Diğerlerine karşı el-pençe divan duran polis Kürt işçilerine bunu yapma gücünü ve cesaretini nereden alıyordu?
Bulunduğumuz sokakta çalışmak için kahvede bekleyen Kürt işçileri, -ki bunlardan biri babamdı-neden aşağılanıyor ve horlanıyordu?
Akrabalarımızdan iki kişi öldürüldü. Biri Adana Emniyet Müdürlüğünde işkenceyle katledildi” diyor.
Leyla Zana mezarımda kaval çalınsın…
Akın Birdal koğuş arkadaşı Kürt siyasetçi, yıllarını hapiste geçirmiş, cesur ve korkusuz kadın Leyla Zana’ya da yer veriyor.
Birdal:
“Leyla Zana; cezaevine girdikten bir yıl sonra rahatsızlığı ilerlemiş. Sık sık düşüp bayılıyormuş. Onu ayıltmak için çoğu kez Orhan Doğan’ın cebinde taşıdığı ilaca başvuruluyormuş.
Zana; “Eğer ölürsem, cenazemi kaldırıp toprağa verirken, bir kaval çalınsın isterim. Başka hiçbir isteğim yok” der.
DEP’li Selim Sadak:
Her şey güzel olacak…
On çocuklu ve sürekli cezaevinde volta atarken “her şey güzel olacak” derken o da Kürt meselesinin neden çözülmediğiyle ilgili Mahmut Esat Bozkurt’un sözünü hatırlatır.
Mahmut Esat Bozkurt:
“Kendini Türk kabul etmeyenlerin köle olmaktan başka hakkı yoktur.”
Yine TBMM de kürsüsünde Coşkun Kırca:
“Türk olmayanın susmaktan başka hakkı yoktur.”
Sadak: Bingöl’de 33 erin şehit edilmesiyle ilgili olayın bir provokasyon olduğunu ifade ederken; “Savaştan beslenen güçlerin provokasyonu olduğu açıktı. Eylemin PKK tarafından yapılmadığını, süreci baltalamak isteyen çetelerin bir provokasyonu olduğunu, olayın savaşta beslenenler dışında hiç kimseye yarar sağlamayacağını açıklamıştım” der.
DEP’li Orhan Doğan…
Birdal, Doğan’la ilgili kısaca şunları yazar:
“Yeşilyurt köyünde dışkı yedirilenlerin ve işkence görenlerin davasıyla adını duyurdu.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile görüşen milletvekilleri arasında yer almış ve Şam’da Öcalan ile görüşmede bulunup ilk ateşkesi sağlanmasında önemli katkısı olanlardan.
Orhan Doğan: Daha liseli yıllarında
“Beni ben olduğum için, beni Kürt olduğum için kabul edeceksiniz” demiş.
1989 yılında Cizre’de evleri bombalandı.
1992 kanlı Newroz’u Cizre’de birlikte yaşamıştık. Kadınlar, çocuklar, doksan dört sivil insan öldürülmüştü” diyor Akın Birdal…
Bölgede bunun gibi devletin eliyle işlenen binlerce hak ihlali vardır.
Bazen sosyal medyada ve yakın dostlarım sorarlar, “Aramızda ne fark var? Hepimiz eşit değil miyiz? Kürtlerden başbakan, cumhurbaşkanı, bakan, olmuyor mu? Kürtler ne istiyor, anlamıyoruz ki…” gibi soruları sorar serzenişlerde bulunur.
Bununla ilgili ayrı bir makale yazmak gerekir ama çok kısaca şunu arz edeyim. Ünlü Tarihçi Bernard Lewis’in “Türkiye Demokrasi Serüveni” adlı kitabında söylediği gibi :
“Türkiye’de kendine Kürdüm diyenin kamuya alınmaması zımnen devletin bir politikasıdır.”
Evet bu ülkede “Ne mutlu Türküm” dediğiniz veya Kürt olduğunuzu gizlediğiniz zaman önünüzdeki bütün kapılar sonuna kadar açılır ama Kürdüm dediğiniz zaman size cehennem kapıları açılır.
Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlar Kürtlüklerini gizledikleri veya dillendirmedikleri için o makama geldiler, aksi mümkün değildi. Hepsi de ömürlerinin sonlarına doğru Kürt olduklarını ifade ettiler.
Son olarak eşitlik olayına gelince; kendimden mahkeme kararları ve somut belgelerle somut örnek vereyim. Hiçbir sabıkam yokken sırf gazetecilik mesleğimden ötürü hem 28 Şubat sürecinde ve hem de sonrasında fişlendim.
Kazandığım bütün sınavlarım yok sayıldı. Yargıtay 16’ıcı Ceza Dairesi haklı olduğuma karar veriyor ama İdare Mahkemesi karara uymuyor.
Düşünün 2500 kişi içinde ilk 15’e girdiğim TRT World’e sırf fişlenmeden ötürü atanmadım. Davam AHİM’de. Bu nasıl bir eşitlik?
Masa başında cümle kurmak kolay ama yıllar kolay geçmiyor. Elli yaşımı geçtim hâlâ mahkemelerle uğraşıyorum. Oğlumun nasıl büyüdüğünü görmedim. Bir cehennem hayatını yaşadım ama tüm yaşadıklarıma rağmen asla birlikten, barıştan, adaletten ve kardeşlikten taviz vermedim.
Özetle; her konuda adil, vicdanlı, ahlaklı olduğumuz zaman Türkiye’de ne Kürt sorunu kalır, ne de insan hakları sorunu…
Yorumlar
Kalan Karakter: